3 Kasım 2010 Çarşamba

bitti mi demiştiniz!?!

Paris'ten grev manzaraları mevzuu biraz eskimiş görünebilir. Ben de açıkçası, emeklilik yasa tasarısı mecliste onaylandı, ulaşım, benzin istasyonu vb. alanlarda başlayan, 1 aya yayılan grev ve gösteri dalgası sönümlendi diye biliyordum. Dün sabah okula gidip tekrar blokajla (barikatla da denebilir) karşılaşınca ben de şaşkın öğrenci güruhuna katıldım. Fakat şaşkın öğrencilerin bir kısmı şaşkınlıktan öte hisler besliyordu sanki, ortamda bir gerilim vardı ki dememe kalmadan bir grup öğrenci barikatlara hücum etti, kırdı ve dahi dağıttı, sonra da peşi sıra insanlar fakülte binalarına girmeye başladı...

Halbuki girmeye çalıştıkları derslerin hocaları da dışarıdaydı, dersler zaten olmuyordu, bu kötü niyetli grev kırıcılık da neyin nesiydi... Neyse ki direnişi örgütleyen arkadaşlar bizi B01 numaralı anfiye, Genel Kurula davet ettiler... Benim hoca ve sınıf arkadaşları bekleşiyorduk. Sağolsun hoca dersi iptal etti, Genel Kurula katılası vardı onun da... İyi oldu, girdik oturduk... İşin adeti buymuş, öncelikle bir açık tartışma başlattılar, isteyen söz alıp 3 dakika içinde derdini anlattı:

-Zaten grevler bitti, bu mücadele evet ateşli bir şekilde başladı ama maalesef hezimetle bitti. Durum böyleyken Paris 8 üniversitesinde barikat yapmanın bir manası kalmadı. Yani bırakın derslere girelim artık...

-Öyle diyorsunuz ama araya tatil girdi, tabi işçiler de bir aydır grevde olduklarından güçlerini toplamak için tekrar iş başı yapmak durumunda kaldılar. Fakat hala mücadele devam ediyor ve cumartesi tekrar eylem ve bir günlük iş bırakma örgütleniyor. Yani mücadele tekrar başlıyor, ayrıca 3 milyon insandık, 68'den bu yana böylesi kalabalık ve direniş görülmemişti memlekette... Enseyi karartmayalım...

-Ben iletişim öğrencisiyim, zaten adı çıkmış komüniste Paris 8'in, bir piyasa araştırması yaptım da, buranın diplomasıyla iş bulmak zaten zor, bir de siz dersleri engelliyorsunuz... Hem kimsenin ruhu duymuyor, bir gazetede gördünüz mü sizin direnişinizden bahsedildiğini? Hani bir tane basın mensubu var mı burada? Yok... Ay kaç haftadır ders olmuyor, bir şey değil bu diplomayı bile alamayacağız bu gidişle...

-Abartmayın ve hatta dramatize etmeyin, topu topu 4 gün okulu bloke ettik... Ayrıca o hakir gördüğünüz komünist yaftası, solcu yeleği bizim için onurdur matmazel. Bizler 68 kuşağının mirasçısıyız ve onların açtığı yoldan ilerliyoruz (Yazarın Notu: Paris 8 üniversitesinin temelleri 68 mayısı sonrası, Vincennes ormanında örgütlenen "Deneysel Üniversite Merkezi"yle atılıyor. Foucault, Deleuze, Lyotard, Popper gibi dönemin düşün ve kanaat önderleri Vincennes ormanında anti-akademik, sosyal ve politik alana müdahil bir felsefi ekol, öğrenci ve öğretmenlerin işbirliğine açık bir alan deneyimliyorlar. Fakat 80'lere gelindiğinde Vincennes ormanına Chirac'ın postalları giriyor ve 40 bin metrekarelik üniversite kampüsü yerle bir ediliyor. Yıkıma karşı çıkanlara dönemin Eğitim Bakanının verdiği cevap ise şöyle: "Ne şikayet ediyorlar ki? Yeni kampüsleri Özgürlük sokağında, Lenin ve Slatingrad caddelerinin köşesinde. Komünistlerin oraya gidiyorlar, daha ne olsun." Tüm akademik kadronun ve öğrencilerin 4 yıllık direnişine rağmen, üniversite Saint-Denis'ye, Bakanın tıpatıp tarif ettiği şimdiki adresine taşınıyor. Ama asıl taşınma zihinlerde oluyor; üniversite deneyselliğini büyük oranda kaybedip kurumsallaşıyor/akademikleşiyor, yeni yetişen kadrolar ise Vincennes deneyiminin düşünsel geleneğiyle bağlarını neredeyse yitiriyor, öğrenci profili değişiyor vs... Ama görünen o ki mihrabı yerinde tutmak isteyenler de az değil). Ayrıca medyanın dediğine ne bakıyorsunuz, hükumet tepemize işiyor, medya yağmur yağdı, yarabbi şükür diyor.

-Ben 20 yıldır çalışan bir sözleşmeli işçiyim. Halihazırdaki emeklilik yasasıyla emekliliğimi hesap ettim, elime geçecek para 390 Euro. Bir de varın bundan beterini düşünün. Kaldı ki neymiş gerekçeleri, insanların yaşam süreleri uzamışmış, iyi de yaşam sürem uzadı diye niye daha çok çalışmak zorunda olayım, ceza mı bu şimdi? Ayrıca genç arkadaşlarım, bir direniş varsa işin adabı gereği katılmıyorsanız bile gidip tekmelerle direnişi kırmazsınız, Sarkozicilik oynamazsınız. İşte burada oylayın, şikayetiniz varsa anlatın ama grev kırıcılık yapmayın, ayıp oluyor...

Tartışmanın ardından oylamaya geçildi, yol haritası çizildi. Cumartesi günü okulda blokaj olmayacak, saat 14.30'da Republique Meydanında yapılacak eylemle yeni bir direniş ve grev ateşi yakılacak.

26 Ekim 2010 Salı

Sophie Calle'den bir ağıt: Raquel, Monique...

Gören de tüm "İstanbul'da Yaşıyor ve Çalışıyor" projesi sanatçıları peşimsıra Paris'e geldi sanacak. Cidden bir tesadüftür fakat Muntadas'ın ardından Sophie Calle de yeni sergisiyle İstanbul'dan hemen sonra Paris'te...


İstanbul 2010 davetlisi olarak ürettiği "Son Görüntü" adlı çalışması Sanat Limanı'nda izlenebilirken, Paris’te de Palais de Tokyo'nun 2012 tarihinde hizmete açılacak 9.000 m2'lik yeni sergileme alanının inşaat hali içerisinde düzenlediği ve annesi üzerine ürettiği işlerini bir araya getiren "Raquel, Monique" yerleştirmesini sergiliyor...

Sergiyi "Sırasıyla Rachel, Monique, Szyndler, Calle, Pagliero, Gonthier, Sindler diye adlandırdı kendisini..." diye başlayan kısa bir metinle anlatıyor Sophie. Göğüs kanseri teşhisi konduğu andan itibaren annesi, onu kaybediyor oluşu, kaçınılmaz olan ölümü, son arzuları, son nefesi üzerine odaklanan sanatçı, annesinin son nefesini yakalayabilmek için ilk önce yatağının başucunda nöbet tutmaya başlıyor, 24 saat nöbet tutamayacağını fark ettiğinde, nöbetini bir kamerayla paylaşıyor. Annesinin son arzusu deniz kıyısına gitmek, bir de kuzey kutbuna. Deniz kıyısına gidebiliyorlar ama kuzey kutbuna götürmek mümkün olmuyor.

Annesinin son sözü "endişe" (souci), "endişeliyim" mi demek istedi yoksa "endileşenme" mi bilinmiyor, sadece "endişe"... Sergi mekanına serpiştirilmiş ve farklı tekniklerde üretilmiş irili ufaklı birçok çerçevenin içinde “endişe” kelimesiyle karşılaşıyoruz. Bir de Amerika seyahatleri sırasında keşfettiği, üzerinde “anne” yazan mezar taşları. Ne isimleri var, ne de doğum-ölüm tarihleri, onlar sadece “anne”…

Bir videoda Sophie'nin annesi için çıktığı Kuzey Kutbu seyahatinin görüntülerine, duygularını anlatan sesi eşlik ediyor. Annesinin bir fotoğrafını, kolyesini ve büyük babasından kalma yüzüğünü buzullara gömüyor. Bir diğer videoda ise annesinin son nefesini verdiği dakikaları paylaşıyor bizlerle. Annesi hareketsizce yatmakta, Sophie ve hemşire ise hala nefes alıp almadığını, hayatta olup olmadığı anlamak için tam 12 dakika boyunca nefesine bakıyor, nabzını tutuyor, vücut ısısını kontrol ediyor. Annesinin ölüm anı, son nefesini ne zaman verdiği belirsiz, beklenilen ölümün kabullenilmesi ise 12 dakika sürüyor…


Başka bir duvarda bu kez “Lourdes” adlı işi karşılıyor bizi. Annesinin ölümünden sonra bir medyuma gidiyor, falına baktırıyor: “nereye, ne zaman?” diye soruyor. “Loudes’a gideceksin” diyor medyum, “sonrası sana kalmış”… Kendini bilinmeze bıraktığı Lourdes’dan topladığı görüntüler, yazdığı metinler, acısını hafifletmişe benzemiyor… “Geri dönmelisin artık” diyor medyum sonunda…

Bir diğer duvarda içi doldurulmuş bir zürafa, tepeden, sert ve sevecen bir edayla izleyenlere bakıyor, Sophie zürafanın bakışlarında annesini andıran bir hissi bulmuş ve bize o bakışı gösteriyor…

Son olarak bir fotoğraf: Annesi tabutun içinde, yanına bir sürü eşya, fotoğraflar, takılar. Sophie tabutun içindekileri tek tek sayıyor gerekçeleriyle birlikte: Sevgililerinin ve kızının fotoğrafları çünkü onları çok sevmişti…

Sergiyi gezdikten sonra insanın içini hüzün kaplıyor, boğazı düğümleniyor. Sevdiğin birini yitirmek acılardan en ortak, en derin olanı… Bununla baş etme yöntemleri de öyle: Hep o kişinin son arzularını yerine getirmeyi isteriz, onu kaybetmeden son bir kez görmeyi, söylemek istediklerimizi çok geç olmadan söylemeyi, son nefesini verirken yanında olmayı, anısını yaşatmayı, acısını ve kendi acımızı bir şekilde dindirmeyi… Sophie annesinin ölümüyle kendi meşrebince hesaplaşmış, bu süreçte ne biriktirdiyse neredeyse olduğu gibi önümüze sermiş… Böylece hem kendi acımızla yüzleşiyoruz hem de Sophie’nin kaybını paylaşıyoruz. Annesi ve artık aramızda olmayışı ortak bir acıyı, sergi de büyük bir veda törenini, hatta ağıtı andırıyor…

Serginin duygusu hala tazeyken İstanbul'dan Hrant Dink davasıyla ilgili son gelişmeleri öğreniyorum. Hrant'ın katilinin yaşı ufaltılıyor, suçlular göz göre göre kayırılıyor, tekrar tekrar aynı tezgah sergileniyor, gözümüzün içine baka baka yalan söyleniyor. Böyle olunca ortak acımız azalacağına her seferinde daha da artıyor, öfkemiz ve kırgınlığımızla birlikte... Hatta daha fazla ne yapacağını bilememek, başımıza geleceklere dair artan bir endişe... Keşke acımıza sahip çıkmamıza, hesabını sormamıza bir kez olsun izin verilse...


19 Ekim 2010 Salı

Paris 8 Je t'aime...

Paris 8 Üniversitesinde bugün barikatlar vardı... Öğrenciler kararlı ve örgütlüydü... Sürekli genel grev Saint-Denis'de ve tüm Fransa'da...





16 Ekim 2010 Cumartesi

şiddetle tavsiye ederim....


Les Amours Imaginaires

FPP, Sesi Olmayanların Sesi

Paris'te ayağımın tozuyla bir radyo ile tanıştım: Radio Frequence Paris Plurielle. Radyonun sloganı "Sesi Olmayanların Sesi". Fransa'da görsel işitsel medya üzerindeki devlet tekeli 1981 yılında kalkıyor ve o günden bu yana açılan bağımsız radyoların 600 tanesi hala varlığını sürdürüyor. Radio FPP ise 1992 yılında Paris'in Kuzey banliyösü St-Denis'de kuruluyor. Radyo, sloganının da söylediği gibi, sesi duyulmayanlara ses vermeyi amaçlayan, siyasi, kültürel ve sosyal hareketler ve mücadeleler için bir iletişim kanalı. Hiçbir siyasi parti ya da örgütle doğrudan bağlantısı olmayan, reklam almayan ve yaklaşık 250 kişinin emek verdiği radyoda siyasi, sosyal ve dayanışmacı içerikler, Paris'te yaşayan 14 göçmen grubu için çift dilli programlar, kültür-sanat haberleri ve tabi ki müzik yayınlanıyor.

Paris'e varışım, Tophane'de galerilere karşı düzenlenen saldırılarla aynı güne denk gelmişti. 21 eylül akşamı saat 7'den itibaren akmaya başlayan haberler, çağrılar, sorular gerçekten üzücüydü, ardından gelen haberler, televizyon programları, köşe yazarlarının / uzmanların / sanatçıların yorumları konunun farklı boyutlarını ele alsa da genel tabloya bakıldığında ciddi bir kafa karışıklığına işaret ediyordu. Ne yalan söyleyeyim benim de kafam hala karışık, fakat emin olduğum bir şey var: O gün orada yaşanan şiddeti açıklayacak / gerekçelendirecek / haklı çıkaracak hiçbir yoruma itibar etmemek lazım. Mutenalaşma, kültür çatışması, mahalle baskısının tartışılabileceği / incelenebileceği bir sürü vaka ve örnek var, Tophane'de yaşanan şiddeti bir şiddet eylemi, hatta delillerin gösterdiği gibi örgütlü bir şiddet eylemi olarak tanımlamak, suçluların cezalandırılmasını, adaletin yerini bulmasını talep etmek gerekiyor her şeyden önce...

Neyse gündem sıcak olduğundan 2 Ekim cumartesi günü, FPP'de Türkiyeli göçmenler için Türkçe-Fransızca yayınlanan "Arc en Ciel" programına katıldım ve Tophane'deki olayları, İstanbul çağdaş sanat ortamını dilim döndüğünce anlattım.

Son olarak güzel müzik isteyenlere bir radyoyu daha takdim etmek isterim: Radio Nova

İnci Eviner Sam Art Project'te ve çok yakında Paris Modern Sanat Müzesi'nde...


İnci Eviner, Sam Art Project'in Residency Programı çerçevesinde Eylül ayından bu yana Paris'te. Kendisi 3 Ocak'ta, Paris Şehri Modern Sanat Müzesi'nde açacağı kişisel sergisine hazırlanmakta...

14 Ekim 2010 Perşembe

Sonbahar, Fransızlar için grev mevsimi...

Paris'te bir ay içinde üç geniş katılımlı gösteri (manif) ve iki genel greve denk geldim.
Fransızlar özelde yeni emeklilik yasasından ve emeklilik yaşının 65'e çekilmesinden, Romanların sınır dışı edilmesinden, suç işleyen göçmenlerin vatandaşlıktan çıkartılmasından, genelde ise Sarkozy'den (Sarko) şikayetçiler. Sarko genel bir memnuniyetsizliğin yeni sıfatı adeta. Sarko'yu ne hallere soktuklarının ufak bir özetini yanda görebilirsiniz.

Grev ise hayatın bir rutini, en makbulü genel grev olanı, etkisini en aza indirmek için ne kadar önlem alsalar da özellikle toplu taşımaya yansımaları epey dramatik oluyor.Genel grevlere, belli günlerde düzenlenen manifler eşlik ediyor. Maniflerin Paris'te tek bir adresi var: Republique meydanı. Kendisi hem geniş, hem şehrin ana arterleri boyunca gösteri yaparak yürünmesine imkan sağlıyor hem de atmosferi cidden etkileyici... İkinci genel grev dalgası ise 12 Ekimde başladı ve şimdilik yarına kadar devam edecek. Konu kabaca emeklilik yaşının 60'tan 65'e çekiliyor olmasına odaklanıyor. Sendikaların güzel bir de sloganı var: Zaten 60 bile çok (bizim mezarda emeklilik dediğimiz).

Özellikle solcu Fransızların sinirlerini oynatan ve 30 eylülde mecliste oylanarak kabul edilen yeni göçmen yasası ise şöyle: Eğer 10 yıldan kısa süredir Fransız vatandaşlığına geçmiş (natüralize olmuş) bir kişi polis öldürürse vatandaşlıktan çıkarılıyor. Yani natürel Fransız vatandaşları ister 50 polis öldürsün Fransız vatandaşı olmaya devam edebilirken, sonradan olma bir Fransızın vatandaşlık haklarının elinden alınması için 1 adet polis öldürmesi yeterli: Bir nevi eşitlik ilkesinin yandan yemişi...

Geçen hafta Marais bölgesindeki galerileri gezdim, böylesi hararetli bir siyasi gündemin sanata yansıması nedir diye soracak olursanız, henüz izine rastlayamadım...

13 Ekim 2010 Çarşamba

Antoni Muntadas, Çeviri-Korku-Sansür Üzerine...


Antoni Muntadas, İstanbul 2010 Görsel Sanatlar Yönetmenliği tarafından 2008 yılında "İstanbul'da Yaşıyor ve Çalışıyor" projesine davet edilmişti. Proje kapsamında İstanbul için üreteceği filmini hazırlaması iki yıl sürdü; bu iki yıl boyunca onlarca insanla röportaj yaptı, 100'den fazla film izledi, Türkiye'nin yakın tarihini, İstanbul'un sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapısını, Ankara-İstanbul ilişkisini, İstanbul çağdaş sanat ortamını kendi yöntemleriyle inceledi. Muntadas iki yıl boyunca gerçekleştirdiği ziyaretlerde İstanbul'daki yaşama dahil oldu ve sanat ortamına yakınlaştı. BAS'ta sanatçı kitapları üzerine bir sunum yaptı, hatta Yapı Kredi'deki sergisini gördüğü Ali Kazma'yı jürisi olduğu Nam June Paik ödüllerine aday gösterdi ve Ali Kazma bu sene ödüle layık görüldü...

Bu iki yılın sonunda, İstanbul üzerine üreteceği filmin odağına Açık Radyo'yu koymaya karar verdi. Muntadas'ın filmi, aynı zamanda Açık Radyo'nun da 15. yayın yılına denk geldi. İstanbul için alternatif bir iletişim, kültür ve politika düzlemi sunduğunu tespit ettiği Açık Radyo filmin hem merceği hem filtresi oldu. Muntadas, tüm üretimlerinde olduğu gibi, bu filmin hem kendisini hem üretim sürecini iletişim kanallarından geçirmeyi de ihmal etmedi. Açık Radyo'nun yayınına şubat-mayıs 2010 süresince 4 yuvarlak masa toplantısıyla dahil oldu. Yahya Madra ve benim organize edip, Yahya'nın modere ettiği bu buluşmalarda, İstanbul'a dair içeriden ve dışarıdan bakışla üretilen klişeler, kültür endüstrisinin bu süreçteki rolü ve son olarak sansür ve otosansür mekanizmaları konunun ilgili, bilgili ve deneyimlileri tarafından tartışıldı.

Son aşamada Muntadas, biriktirdiği tüm bilgi, kayıt ve gözlemlerini içeren malzemeyi Özge Çelikaslan ve Alper Şen'den oluşan prodüksiyon-postprodüksiyon ekibiyle birlikte kurguladı. İstanbul için ürettiği "Çeviri Üzerine: Açık Radyo" isimli yaklaşık 30 dakikalık film, 7 Ekim 2010'da İstanbul Modern'de düzenlenen galayla ilk kez izleyici karşısına çıktı. Fakat bu sembolik paylaşımın ötesinde, film Bianet üzerinden ücretsiz olarak izlenebiliyor ki bu da film için kamuyla daha yaygın ve doğrudan bir paylaşım alanı açıyor. Son aşamada ise, "Çeviri Üzerine: Açık Radyo" filmini ve buna ek olarak Açık Radyo'da gerçekleştirilen 4 yuvarlak masa toplantısının kayıtlarını içeren bir DVD box üretilecek ve uygun bir fiyattan satışa sunulacak. Böylece Muntadas'ın arzu ettiği gibi, ürettiği film Bianet'teki yayın sayesinde geniş halk kitlelerine ulaşmış, makul bir ücret karşılığı edinilebilecek DVD ile de evlere kadar girmiş, dolayısıyla kamu kaynağıyla gerçekleştirilen bu film, mümkün olduğunca kamuya geri döndürülmüş olacak.

Antoni Muntadas İstanbul Modern'deki galanın ardından Paris'e uçtu zira 9 Ekimde Galeri Gabrielle Maubrie'de kişisel sergisinin açılışı vardı. "La Construction de la Peur" (Korkunun İnşası) başlıklı sergide, Muntadas'ın korku kavramı üzerine ürettiği görsel işlerinin yanı sıra, İstanbul filmiyle aynı seriden mamul "Çeviri Üzerine: Korku" filmi de gösteriliyor. Muntadas'ın çok net tariflediği ve tüm üretimleri boyunca izi sürülebilen bir kaç ana kavramsal damarı mevcut: Bunlardan ilki her türlü iletişim, etkileşim ve sanat faaliyetini tanımlayan çeviri kavramı (Çeviri Üzerine); bir diğeri iletişim kanalları tarafından üretilen bilgi, dolaşıma sunulan içerik, bu içeriğin pompaladığı, toplumların bir numaralı kontrol aygıtlarından korku (Fear) ve son olarak toplumsal ve iletişimsel düzeylerde yaşanan görünür ve gizli sansür mekanizmaları (The File Room). Muntadas Gabrielle Maubrie'deki sergisinde tüm bu kavramları kapsayan küçük ama etkili bir seçki sunuyor. Korku/Terör/Panik kelimelerini içeren ve hem gerçeğe (ekonomi, siyaset, güvenlik, eğitim gibi konulardaki tespit ve önermeler) hem de kurguya (kitap, film ve dergiler) gönderme yapan alıntılardan oluşan yerleştirme, Korku'nun nasıl bir araç olduğunu, şu hayatta korkacağımız ne kadar çok kurgu ve gerçek olduğunu, gerçek ve kurgusal korku odaklarının nasıl birbirini beslediğini ve birbiriyle yer değiştirdiğini lafı dolandırmadan, oracıkta söyleyiveriyor. Sergi 15 Kasım tarihine kadar açık.